Sanatın başlangıcı, insanın duvarlara bıraktığı izlerle başlar. Binlerce yıl önce karanlık mağaralarda yaşayan atalarımız, ellerindeki kömürle hayvanları, av sahnelerini, doğayı ve bazen de kendi ellerini resmettiler. Bu basit gibi görünen çizimler, aslında insanın dünyayı anlamlandırma ve iletişim kurma arzusunun ilk somut örnekleriydi. Mağara resimleri, sadece duyguların değil, bilincin doğuşunun da sembolüydü.
İlk insan, gördüğünü kopyalamadı; gördüğünü anlamlandırdı. Bir bizonun ya da atın çizimi, sadece bir hayvanı değil, avın ruhunu, yaşamın döngüsünü temsil ediyordu. Bu resimler hem bir ritüelin hem de bir anlatının parçasıydı. Belki de sanatın özü tam da burada doğdu: Gözlemi simgeye dönüştürme isteğinde.
Zamanla bu çizgiler, soyut düşüncenin temellerini attı. İnsan artık sadece gördüğünü değil, hissettiklerini ve inandıklarını da çizmeye başladı. Bu evrim, sembolizmin ilk adımıydı. Her çizgi, artık bir anlam taşıyıcısı haline geldi. Bir el izi, varoluşun işaretiydi; bir güneş simgesi, yaşamın kaynağı.
Modern sembolizm akımı, binlerce yıl sonra bu mirası devraldı. 19. yüzyılda ressamlar, duygularını doğrudan aktarmak yerine simgelerle konuşmayı seçtiler. Mağara duvarlarında başlayan bu görsel dil, artık insan ruhunun derinliklerini anlatıyordu.
Sanat, böylece tarih boyunca aynı soruyu sormaya devam etti: “Gördüğüm şeyi mi çiziyorum, yoksa hissettiğim şeyi mi?”
Belki de cevap, ikisindedir. Çünkü sanat, insanın hem gözünü hem ruhunu anlatma çabasıdır.

 
		 
									
 
							
 

 
 
 
